17 Mayıs 2012 Perşembe

BİR ARAŞTIRMA YAZISI!....

KADIN HAKKINDA!.........
* Kadının en büyük görevi analıktır. İlk eğitim verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu görevin önemi gerekli şekilde anlaşılır...
* Kadın denilen varlık, kendiliğinden yüksek bir varlıktır. Onun yoksulluğu olmaz. Kadına yoksul demek, onun kucağından kopup gelen tüm insanlığın yoksulluğu demektir...
* Ulusun kaynağı, toplumsal yaşamın temeli olan kadın ancak erdemli olursa görevini yerine getirebilir...
* En büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin evlâtlar sayesinde olmuştur... 
* Şuna inanmak gerekir ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir...
* Kadın yaşı ne olursa olsun süslenmek ihtiyacındadır...
* Kadının umumi ve hususi vazifelerinin başında validelik vazifeleri gelir...
* Kadınlık meselesinde şekil ve kıyafet ikinci derecededir... Asıl mücadele sahası, asıl muzaffer olunması gelen saha nur ile, irfan ile, fazilet-i hakikiye (hakiki erdem) ile tezeyyün (süslemek) ve tecehhüz) (donatmak) etmektir...
* Milletin menba-ı (kaynağı), hayat-ı içtimaiyenin (toplum hayatının) esası olan kadın ancak faziletkâr (erdemli) olursa vazifesini ifa edebilir..
(KAYNAK: Atatürk'ten İnsanlığa Yol Gösteren Sözler/ Truva Yayınları/ sayfa 75-76) :
Bilinçolog Galip Baran, (Erdem Öğreten Deli)
BIR ARASTIRMA YAZISI " TÜRK KADINI VE EĞİTİMLİ ÇOCUKLAR İSTİYORSAK, İŞE ÖNCE KADINLARIMIZI EĞİTMEKLE BAŞLAYACAĞIZ "
***
KADINLARIMIZIN  DÜNÜ VE BU GÜNÜ. ATATÜRK 1924 DE AŞAĞIDAKİ GÖREVİN YÜKLENDİĞİNİ AÇIKLAMIŞTIR; "EĞİTİMLİ ÇOCUKLAR İSTİYORSAK, İŞE ÖNCE KADINLARIMIZI EĞİTMEKLE BAŞLAYACAĞIZ"
LÜTFEN KADINLARIMIZIN DÜNÜNÜ BUGÜNÜNÜ TEKRAR DÜŞÜNÜN, 
SAYGILARIMLA, TÜRKER BAYKAL, İZMİR
Not. Bu güzel Çalışma için Süleyman Sezai Atay'a teşekkürler
***
İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK KADINI "ARAŞTIRMA"
06 Mayıs 2012
***
Nasıl Yaşardı? Toplum İçinde Yeri Nereydi? Hakları Neydi?
Ve daha onlarca soruda TÜRK KADINI. 
Yabancı ve Arap kaynakların ortaya vurduğu bir ta…rihi gerçek şudur ki İslamiyeti kabul edene kadar Türk’lerde KADIN eşit hak ve özgürlüklere sahip bir değerdi. Ve şu mahakkak ki biz Türkler, Şeriat bataklığına saplandıktan bu yana özellikle iki güzel niteliğimizi yitirmişizdir ki bunlardan biri‘akılcılık’ ve diğeri de ‘kadına saygıdır’
1) 7-8. Yüzyıllarda Orta Asya Türk Ülkelerinin Çoğu Kadın Hükümdarlarla Yönetilmekte:
Eski Türklerde, özellikle Şamani döneminde, kadınlı erkekli dini toplantılar tertip edildiği, aynı yerde hep birlikte ayinler düzenlendiği, toplantıya katılanların bir daire halinde yere oturdukları, kadın ve erkeklerin mevki ve yaşlarına göre sıralandıkları anlaşılmaktadır. Yakut’larda ‘Isıah’ denilen ayinlerin yapıldığı ve bu ayinlerde kadınların ve erkeklerin el ele tutuşarak meydana getirdikleri dairede ‘hü hü’ diyerek raks ettikleri, hep birlikte kımız içtikleri ve dini merasimi yürüttükleri tarihi kaynakların ortaya vurduğu gerçeklerdir. (Ahmed Yaşar Ocak, Bektaşi Menakıbnamelerinde İslam Öncesi Motifler, 125.s.) Kadınlı erkekli bu tür toplantılar, her ne kadar Müslümanlığın kabulünden sonra da bir süre devam etmiş ise de, giderek yok olmuştur.
Buhara’nın Arap orduları tarafından işgalini nakleden Arap kaynaklarından öğrenmekteyiz ki Orta Asya’daki bir çok Türk Devletlerinde kadın, devlet başkanlığı sorumluluğu ile görevlendirilmiştir. Nitekim Buhara o tarihlerde, yani 8. yüzyılda, Toksan adındaki bir Hatun Sultan tarafından yönetilmekteydi.
Öte yandan M.S.720 yılında Gültekin (Kül-Tekin) için dikilen Tonyukuk ve 734 yılında Bilge Han adına dikilen Orhun Kitabelerinden anlaşılmaktadır ki, eski Türklerde kadın, siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda özgürlüğe sahi bir varlıktır. Hatırlatalım ki Bilge Hatun, ki Gültekin’in annesiydi, devlet yönetiminde pek başarılı işler görmüştür. Gültekin Han iktidarı, eşi Kutlulu Sultan ile birlikte kullanmıştır. (Günseli Özkaya Tutsaklıktan Özgürlüğe, Kadınların Savaşı 157,158.s.)
Belazuri’nin Fütüh Ül-Buldan’ında, Arap ordularının Buhara’ya yaptığı saldırılara karşı Buhara Melikesi Hınık Hatun’un nasıl karşı koyduğu anlatılırken onun, son derece dirayetli ve idareci bir kişiliğe sahip olduğu belirtilir. (Dr. Zekeriya Kitapçı, Müslüman Arap Ordularında Çarışan ilk Türkler” Diyanet Dergisi cild XII, sayı 4, s.239-244)
2) X. Yüzyıl: El-Belhi’nin Yapıtlarında Türk Kadını’nın Özgürlüğü Anlatılır:
Onuncu Yüzyılın ünlü coğrafyacısı el-Belhi, Kitabü’l-Bad ve Ve’t Tarih adlı yapıtının bir bölümünde, o dönem itibariyle Türk ülkelerindeki kadının özgürlüğüne ilişkin olayları hikaye ederken, ve özellikle Muaviye’nin oğlu Yezid zamanında Buhara’da hüküm süren Hatun Sultan’dan söz ederken Türk kadını’nın uygarlığı konusundaki hayranlığını gizleyemez.
Anımsamakta yarar vardır ki Yezid’in Horasan’a vali olarak gönderdiği Zeyyad bin Ebihi’nin oğlu, Orta Asya’da Arap fütuhatını genişletmek için saldırılar düzenlerken, Buhara’da devlet yöneten Hatun Sultan, bu saldırılara karşı korunmak amacıyla, başka bir Türk ülkesinin hükümdarı Terkan’dan yardım istemiş ve bu vesile ile evlenme teklif etmiştir.
(Bu yüzyılda yerleşik hayata geçildiği sonucunu çıkarıyorum ben.)
3) XI. Yüzyıl: Selçuk Sultanı Tuğrul’un Kadına Saygısı:
Selçuk Sultanı Tuğrul, 11. Yızyılda Bağdad’ı işgal ettikten sonra eski halifelerin sarayında Halife El Kasım Biemrillah’ın kızı ile evlenir; evlendiği kadını büyük bir saygı ile tahta oturtur. Arap tarihçisi İbni Halikan şöyle anlatır: “…Sefer ayının 15.inci günü prenses, sarayda kendisini bekleyen kocasına mülaki oldu ve altın kumaşlarla süslü tahta çıktı ve kocasını bekledi. Tuğrul Bey eşinin karşısına diz çökerek geldi… Ona emsalsiz hediyeler vererek (tekrar) yeri öptü ve büyük bir saygı gösterisiyle ve mutluluk duyarak odasına çekildi.” (İbn Hallikan, Vefayatu’l- A’yan ve Enbau Ebna El’zaman. Cild V, 102,105.s.)
Her ne kadar gerci çevreler bu evliliği hoş görmemiş iseler de Tuğrul Bey gibi ünlü bir fatihin karısına karşı takındığı bu saygılı tutumunu hayranlıkla karşılamaktan kendilerini alamamışlardır. (G. Le Starange Baghdad During the Abbasid Caliphate, Oxford 1900)
Yine 11. Yüzyılın diğer tanınmış bir yazarı olan İbn Butlan Türk kadınının zerafetini, inceliğini, canlılığını, temizliğini, cesaretini ve karakter üstünlüğünü gözler önene sererken tarihi bir gerçeği dile getirir. (Takvim u’y Sıhha adlı kitabında: “Türk kadınının cildi fevkalade beyaz ve zerafeti takdire şayandır. Gözler küçük fakat çok çekicidir. Genellikle kısa boyludurlar… Çocuk doğurmada bereketli sayılırlar, fakat doğurdukları çocuklar pek nadiren çirkin olur. Ata binmede ustadırlar. Son derece cömert, temiz ve iyi ahçıdırlar.”)
4) XII. Yüzyıl: İbn Cübeyr, Türk Ülkelerinde Kadına Gösterilen Saygıyı Başka Hiçbir Yerde Görmediğini Söyler:
12. Yüzyılın tanınmış tarihçilerinden İbn Cübeyr, 1183-1184 yılları arasında gırnata’dan Mısır, Irak, Suriye ve Yakın Doğu ülkelerine yaptığı gezilerini anlatırken Türk kadınının toplum yaşamlarındaki önemli yerini ve değerini açıklar. Horasan Valisi Tukuş Şah ile birlikte Kabe’yi ziyarete giden Ebu’l Mukrim Teştiki’nin yanındaki Türk prenseslerinden söz ederken, tüm Arap ülkelerini dolaştığını, Irak’taki Abbasi halifelerini ziyaret ettiğini, Selahattin İmparatorluğunu gezdiğinini ve fakat hiçbir yerde Türk ülkelerinde olduğu gibi kadına değer verildiğine tanık olmadığını söyler. (İbn Cübeyr Seyahatname adlı kitabın yazarıdır. Kitabın İngilizce çevirisi bk. İbn Jubayr, The Travels of İbn Jubayr.)
5) XIII Yüzyıl: Marco Polo, Türk Kadınının Özgürlüğüne Tanık Olur:
13. yüzyılda Türk beldelerini dolaşan Marco Polo, Amu Derya nehrinin yukarılarında Kuzey Doğu’ya yayılan ve ‘Büyük Türkiye’ diye tanımlar olduğu yerleri ziyaret ederken Türk hükümdarlarının kızlarından söz eder ve şöyle der: ‘Prenses öylesine gülü ki tüm ülkede onunla başa çıkacak erkek bulmak güç. Çünkü kim çıkarsa hepsini altetmektedir. Babası kendisini evlendirmek istediği halde o buna razı olmamakta ve (kendi beğendiği birini bulana kadar) hiç kimse ile evlenmek niyetinde olmadığını açığa vurmaktadır. Bundan dolayıdır ki babası ona yazılı olarak, bilediği erkekle evlenebileceğine dair söz vermiştir. Bunun üzerinedir ki prenses, ülkenin dört bir yanına haber salarak genç delikanlıları, kendisiyle güç denemesine çağırmış ve kendisiyle başa çıkacak birini bulduğu zaman onunla evleneceğini açıklamıştır. (The Adventures Of Marco Polo, New York, 1948, 179, 181. s.)
Batılı yazarlar arasında Marco Polo gibi Türk kadınının özgür yaşamlarına, bağımsızlığına ve karakter olgunluğuna hayran kalanlar çoktur. Ricoldo di Morte Groce bunlardan biridir. Bu ünlü yazardan öğrenmekteyiz ki Türk ülkelerinde ve örneğin Selçuk devletinde hakim olan gelenekler, Arap ülkelerindekinden çok farklıdır ve bu farklılık, özellikle Türk kadınının toplumdaki üstün değeri ve yeri ile ilgilidir. (Pre-Ottoman Turkey, 1076-1330, 153.s.)
Kısaca belirtelim ki, Türklerde kadının bu üstün kartede tutulduğu dönemlerde Batı dünyası, tıpkı Arap dünyası gibi, kadını ikinci plana atmıştı. Çoğu yerde koca, sofrada yemek yerken, kadın ayakta bekler, ona hizmet eder, her vesile ile kocasının ayaklarını öper ve fakat yine de haysiyet kırıcı muamelelere uğramaktan kurtulamazdı. Bu durumların özellikle Kolon’ya ve Normandi gibi yerlerde pek yaygın olduğu ve alınan tedbirlere rağmen yüzyıllar boyunca sürüp gittiği anlaşılmaktadır.
6) Cüveyni’nin Kaleminden Türkan Hatun ve Raziye Sultan Örnekleri:
13. Y.Yılın ünlü yazarlarından Ata Malik Cüveyni, “Tarih Cihan” adlı yapıtında Cengiz Han ailesinden söz ederken Türk kadınının yeteneklerini över. Özellikle Türkan Hatun’un devlet işlerindeki becerikliliğini, haysiyet duygusuna verdiği yeri (ve örneğin kocası Sultan Osman’ı saygılı davranmıyor diye Sultan Mehmed’e şikayet etmesini) nakleder ki çok ilginçtir.
Yine Cüveyni’den öğrenmekteyiz ki İlhanlıların 13. yüzyılda İslam’ı kabul etmelerinden sonra, eski Türk geleneklerinde ve özellikle kadına saygı değerlerinde gerileme başlamıştır. Raziye Sultan örneği bunu kanıtlamaya yeterlidir. Gerçekten de Raziye, 1236 ila 1240 yılları arasında Delhi tahtını işgal etmiştir. Babası İl-Tutmuş, tüm danışmanlarının itirazlarına rağmen onu veliahdlığa getirmiştir. İl-Tutmuş’un ölümünden sonra saray erkanı, devletin bir kadın tarafından idare edilmesini istememiş ve tahta İl-Tutmuş’un oğullarından birini, Ruknuddin Firuz’u getirmiştir. Fakat bu hükümdarın kötü yönetimi yüzünden ihtilal patlak vermiş ve halk, ordu ile birlik olup Raziye’yi tahta çıkarmıştır.
Raziye döneminde Delhi fevkalade iyi bir yönetime kavuşmuştur. Son derece akıllı ve geniş görüşlü olan Raziye, kadınlara özgürlük sağlamak üzere her şeyden önce peçe ve çarşafı kaldırmış ve kendisi de buna örnek olmuştur. Çarşaf giymek şöyle dursun, fakat saltanatının en parlak döneminde kadın elbisesiyle değil, çoğu kez erkek kıyafetine girerek dolaşmayı tercih etmiştir. Böylece gerici çevrelere, insan varlığının geleneklere köle olmaması gerektiği dersini vermiştir.
Her ne kadar bu cesur ve özgür davranışı, ona pahalıya patlamış ve tahtından olmasına yol açmış ise de, yüzyıllar içerisinde yararlı ve etkili bir örneğe zemin teşkil etmek bakımından zikredilmeye değer niteliğini yitirmemiştir.*
Çüveyni’nin yukarıdaki kitabı İngilizceye The Hisitory of the Word Conquieror olarak çevrilmiştir. Yukarıdaki hususlar için bk. Vol. I, 465 ve d.
Şems al-Din İl Tutmuş (1210-1236) Bağdat halifesi Mustansir Bi’llah tarafından resmen tanınan Hindistan’ın ilk müslüman hükümdarıdır.
*Softa zihniyet temsilcisi çoğu Emir’ler onun tahttan indirilmesinde rol oynamışlardır. Bk. Seyyid Feyyaz Mahmud, A. Short History of Islam (Oxford Univer. Press, Pakistan Branch, 1960) 265.
İlhan Arsel’in Şeriat ve Kadın kitabından yararlanılarak hazırlanmıştır.
————————————————————–
İslam Öncesi Türk Kadınına, Diğer Toplumlarla Karşılaştırmalı Bakış…
Eski Türk toplumlarında aile en önemli sosyal birlik olduğundan, ailenin temelini teşkil eden kadın, Türk destanlarında ve Türk felsefesinde öyle yüce bir mertebeye kurulmuştur ki kadını öylesine yüce bir varlık haline getiren töreye ve kültüre hayran olmamanın imkanı yoktur. Kadın, erkeğin biricik yoldaşı ve çocuklarının anası olmak gibi önemli bir vazifeyle görevlendirilmiştir. Daha da önemlisi Türk Milleti’nin tek bereket kaynağıdır. Kendisine verilen bir takım haklardan dolayı hanların, hakanların, cengaverlerin önünde saygıyla eğildikleri bir şeref abidesidir.
Türk destanlarında kadın ilahi bir varlık konumuna gelmiştir. Öyle ki erişilip dokunulması, koklanması, kısaca beş duyuyla algılanmasının imkanı yoktur. Yaratılış Destanı’nda, Allah’a insanları ve dünyayı yaratması için fikir ve ilham veren “Ak Ana” adında bir kadındır. Oğuz Kağan’ın ilk karısı, karanlığı yararak, gökten inen mavi bir ışıktan, ikinci karısı ise kutsal bir ağaçtan doğmuş insanüstü varlıklardır. Yakutlar’da “Ak Oğlan” ağacın içinden çıkan nurlu bir kadın tarafından emzirilmiştir. İlk Türk yazıtlarından olan Bilge Kağan kitabesinde Kağan: “Sizler anam hatun, büyük annelerim, hala ve teyzelerim, prenseslerim…” hitabıyla söze başlar.
En eski Türk inancına göre, “Han ile Hatun” gök ile yerin evlatlarıdır. Kadın burada yedinci kat göktedir. Kadına, böylesine bir kutsallık veren törede kadının dövülmesinin, horlanmasının imkanı yoktur. Zaten Türk kültüründe ve destanlarında böyle bir durum göze çarpmamaktadır. Türk destanlarında kadın erkeğin daima yanındadır. Onların güç ve ilham kaynağıdır.
Dede Korkut hikayelerinden olan “Deli Dumrul”da, Dumrul canının yerine can bulma çabasına girince bunu kadınından bulmuş, kadın ona hiç çekinmeden canını vereceğini söylemiştir. Yine Türk kültüründe destan kahramanları iyi ata binen, iyi kılıç kullanan, iyi savaşan kadınlarla evlenmek istemektedir. Nitekim, Dede Korkut’taki Bamsı Beyrek hikayesinde yer alan “Banu Çiçek” bunun en güzel misalidir.
Kırgızların Manas Destanı‘nda kadın, evin namusunun koruyucusudur. Kazaklar’da kadına verilen değer şu atasözüyle ne güzel anlatılmıştır: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik ise kadındır.”
Tüm Türk destanlarında sarsılmaz bir saygı, sevgi ve sadakat vardır.Gerdeğe girdiği gün murad alıp vermeden yalnız kalan kadın kocası ölünceye kadar onu bekleyeceğine ve üzerine bir erkek sinek bile kondurmayacağına and içerdi. Kadınların savaşta düşmanın eline geçmesi büyük bir zillet sayılırdı. Oğuz Kağan Destanı’nda ırza tecavüz edenlerin öldürüldüğü veya gözlerine mil çekildiği ifade edilmektedir.
İranlı bir tarihçi olan Gerdizi de “Malumdur ki Türk kadınları çok iffetlidirler.” derken Türk kadınının ahlaki temizliğini övmektedir. Bu övgü boşuna değildir. Nitekim kadın adları arasında temiz, faziletli manasına gelen “Hun, Sabir, Arig, Arık, Uygur Silink, Kazan Silu” gibi adların bulunması sebepsiz değildir. Aynı şekilde İbni Batuta Şehnamesi’nde Kırım’daki hatıralarını anlatırken söyle demektedir. “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türkler’in kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”
İslamiyet öncesi Türk toplumlarında kadınsız bir iş görülmezdi. Kadın erkeğin tamamlayıcısıydı. O sürekli erkeğin yanındaydı. Hakanın buyrukları yalnız “Hakan buyuruyor ki” ifadesiyle başlamışsa geçerli kabul edilmezdi. Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde hatun da hakanla beraber olurdu. Tören ve şölenlerde kadın, hakanın solunda oturur siyasi ve idari konumlardaki görüşlerini beyan ederdi. Mesela büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete Han’ın hatunu imzalamıştır.
Ebul Gazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime’de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmakta ve bu kızların isimlerini şöyle sıralamaktadır: “Boyu Uzun Burla, Barçın, Salur, Şabatı Hatun, Künin Körkli, Kerçe Buladı, Kuğatlı Hanım.”
Türk kadını, diğer toplumlarda olduğu gibi baskı altında tutulmuyor, aşağılanmıyordu. Kadının yüceliği Altay Dağları’nın en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilerek, sanki çağlar sonrasına bir mesaj gibidir.
İslam öncesi Türk topluluklarında kadına böyle bir bakış açısı var iken, Türk toplumu dışında kalan milletlerde kadının durumu acınacak bir haldedir.
Cahiliye devri Araplarında, kadının kocası yanındaki değeri, alınıp satılan bir maldan farksızdır. Arap erkeği adet zamanında kadınla bir arada oturmaz, onunla yiyip içmezdi. Aynı dönemde yine burada kadının miras hakkı yoktu. Oysa, Türk kadını miras hakkına sahiptir. Mesela; Yakutlar’da kadının kendine ait mülkü mevcuttur. Buna “and” veya “nemse” adı verilir. Kadının bunu istediği gibi kullanma hakkı vardır. Ölen bir kocanın karısı var ise; bunun mirastan iki hali olur.
1. Kocanın oğlu veya kızı, oğlunun oğlu veya kızı ile beraber bulunuyorsa sekizde bir,
2. Bunlardan hiç biri kadının yanında değilse dörtte bir miras alırdı.
Aynı dönemlerde kadınların diğer toplumlardaki durumunu incelemeye devam edelim. İngiltere’de XI. asra kadar kocalar karılarını satabilirdi. Hıristiyanlar ise; kadına şeytan gözüyle bakmışlardır. Yine İngiltere’de kadın “murdar” bir varlık sayıldığı için İncil’e el süremiyordu. Kadınlar İncil’i okuma hakkına Hanry devrinde (1509-1547) sahip olmuşlardır.
İngiliz piskoposu Dour’un 1888 yılında Westminster Kilise’sinde vaaz verirken söyledikleri tüyler ürperticidir..
“Bundan yüz sene öncesine kadar kadın erkeğin sofrasına oturma hakkına sahip olmadığı gibi sorulmadan söze başlaması da caiz değildi. Kocası başının ucuna kocaman bir sopa asardı ve karısı ne zaman emrini tutmazsa onu kullanırdı. Kadının sözü kızlarına geçmezdi. Erkek çocuklar ise; analarına ev içinde bir hizmetçi kadından fazla paye vermezlerdi.”
Çin’de ise, boşanma hakkı sadece erkeğe mahsustu. Kadının böyle bir hakkı yoktu. Oysa Türk kadını tüm bu haklara sahipti. “Koca karısını, kadında kocasını boşayabilirdi. Koca karısının getirdiği çeyizinin bedelini verirken, kadın para vermek veya mihrinden vazgeçmek suretiyle kocasından boşanabilirdi.”
Budizm’in kurucusu Buda ise; ilk başlarda kadınları dinine kabul etmemiştir. Eski Türk kadını, Roma kadınından da fazla haklara sahipti. Roma hukukunda kadın, kendi malına hükmedemezdi, vasiyet yapamazdı. Roma hukuku kadını ergin kabul etmiyordu. Onu noksan akıllı sayıyordu. Romalı kadın Jüstinyen devrine kadar tam bir esir hayatı yaşamıştır. Roma’da dul kadının evlenmesi suç sayılıyordu. Yine Çin’de yeni doğan çocuk, erkekse pahalı kumaşlara, kız ise bez parçalarına sarılırdı. İran’da kendilerine eş olan kızlar günahkar sayılmışlardır. İran’da kanları bozmamak için yakın akrabalarla evlilik uygun görülmüştür. Bu sebepten anaları ve kızkardeşleriyle evlenenler ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Cahiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri gömmeleri acı bir gerçektir. Kız çocuğa sahip olmak şerefsizlik sayılmıştır.
İşte bu dönemlerde, Türk kızları ve kadınları, toplumun şerefli bir ferdi olarak itibar görmüşlerdir. Türk kadınının böyle ihtişam içinde ve saygı görerek yaşaması Türk karakter ve kültürünün yüksek değerini ifade eder

Maddeler halinde özetlersek,
1.) Türklerin en eski destanlarından biri olan Yaratılış Destanı’nın da Yaratan’a ilham veren ‘’Ak Ana ‘’ adında ki kadındır.
2.) Oğuz Kağan Atamızın kutlu eşlerinden biri mavi bir ışıktan,diğeri kutsal bir ağaçtan doğmuş olağanüstü kadınlardır.
3.) Bilge Kağan kitabesinde Kağan ‘’ Sizler Anam Katun,Büyük Annelerim,Hala ve Teyzelerim,Prenseslerim..’’ sözleri ile hitabına başlar.
4.) Eski Türk inancına göre ‘’Han ile Katun’’ gök ve yerin evlatlarıdır.Kadının yeri yedinci kat göktür.
5.) Eski Türk destanlarında kadın erkeğinin her daim yanındadır.Kadın erkeğinin güç ve ilham kaynağı kabul edilirdi.
6.) Türk kültüründe destan kahramanları iyi ata binen,iyi savaşan,iyi kılıç kullanan kadınlarla evlenmek istemektedirler.
Örnek olarak Korkut Ata’nın Bamsı Beyrek hikayesindeki Banu Çiçek Katun’u verebiliriz.
7.) Eski bir Türk atasözü; ‘’Birinci zenginlik sağlık,ikinci zenginlik iyi bir kadın.’’
8.) Savaşta kadınların düşman eline geçmesi büyük bir utanç sayılırdı.
9.) Oğuz Kağan destanından öğrendiğimize göre ırza tecavüzün cezası ölüm veya gözlere mil çekilmesiydi. Arap gezgini Ahmed bin Fadlan,Türklerin tecavüz suçlusunun bacaklarından çapraz bağlanmış iki ağaca bağladığını ve ipin kesilmesi sureti ile bacakların ayrıldığını hatıralarında belirtir.
10.) Yine Arap gezgini olan İbn’i Batuta şöyle der ‘’ “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türkler’in kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”
11.) Kağanın buyrukları yalnız “Kağan buyuruyor ki” ifadesiyle başlamışsa geçerli kabul edilmezdi.
12.) Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde hatun da hakanla beraber olurdu. Tören ve şölenlerde kadın, hakanın solunda oturur siyasi ve idari konumlardaki görüşlerini beyan ederdi. Mesela büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Tanrıkut Mete Han’ın Katunu imzalamıştır.
13.) Ebul Gazi Bahadır Han, Secere-i Terakime’de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmaktadır.
14.) Kadının yüceliği Altay Dağları’nın en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilerek yaşatılmıştır.
15.) Eski Türklerde kadın miras hakkına sahipti. Kadının kendine ait mülkü mevcuttu. Kadının bunu istediği gibi kullanma hakkı vardı.
16.) Eski Türklerde koca karısını boşayabildiği gibi,kadında kocasını boşayabilirdi.
Şimdide diğer toplumların kadına bakışına bir göz atalım.
1.) İngiltere’de XI. asra kadar kocalar karılarını satabilirdi. Hıristiyanlar ise; kadına şeytan gözüyle bakmışlardır. Yine İngiltere’de kadın “murdar” bir varlık sayıldığı için İncil’e el süremiyordu. Kadınlar İncil’i okuma hakkına Hanry devrinde (1509-1547) sahip olmuşlardır.
2.) İngiliz piskoposu Dour’un 1888 yılında Westminster Kilise’sinde vaaz verirken söyledikleri ;
“Bundan yüz sene öncesine kadar kadın erkeğin sofrasına oturma hakkına sahip olmadığı gibi sorulmadan söze başlaması da caiz değildi. Kocası başının ucuna kocaman bir sopa asardı ve karısı ne zaman emrini tutmazsa onu kullanırdı. Erkek çocuklar ise; analarına ev içinde bir hizmetçi kadından fazla paye vermezlerdi.”
3.) Çin’de , boşanma hakkı sadece erkeğe mahsustu.
4.) Budizm’in kurucusu Buda ise; ilk başlarda kadınları dinine kabul etmemiştir.
5.) Roma hukukunda kadın, kendi malına hükmedemezdi, vasiyet yapamazdı. Roma hukuku kadını ergin kabul etmiyordu. Onu noksan akıllı sayıyordu. Roma’da dul kadının evlenmesi suç sayılıyordu.
6.) Çin’de yeni doğan çocuk, erkekse pahalı kumaşlara, kız ise bez parçalarınasarılırdı.
7.) İran’da kanları bozmamak için yakın akrabalarla evlilik uygun görülmüştür. Bu sebepten anaları ve kız kardeşleriyle evlenenler ortaya çıkmıştır. ( Özellikle Mazdeizm’in popüler olduğu dönemde.)
8.) Cahiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri gömmeleri bir gerçektir.
Doğrularımı götürecek kadar yanlış yapmadım bu hayatta..
Çok sıkıştığım yerlerde boş bıraktım soruları;
Şimdi bıraktığım boşlukların birindeyim.
Kimsenin doğrusunu götürmedim
ve en önemlisi kimsenin yanlışı olmadım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder